Gürkan BİÇEN
Gece boyu esen
rüzgâr önüne kattığı bulutları henüz gün ağarmadan kasabanın üzerine getirmiş
ve öylece bırakıp gitmişti. Şimdi, kasabanın sırtını yasladığı yamacı
aydınlatan ay gözden kaybolmuş, aşağı mahalleden geçen derenin sularındaki ay
izinin yerini zifiri bir karanlık almıştı. Dere boyundan yetişkin ayağıyla beş
yüz adım kadar ötede, penceresinde titreyen ışığıyla bir baraka suyun sesini
dinlemekteydi. Bahçeyi çevreleyen, üst üste konulmuş taşlardan yapılmış alçak
bir duvar barakayı yabani ağaçlardan ve dikenlerden ayırıyordu. Bahçeye
birbirine çatılmış ve kimi yerleri tellerle bağlanmış ahşap bir kapıdan
giriliyordu. Keskin bir göz, karanlıkta da olsa, bahçedeki bitkileri
seçebilirdi. Küçük ama tertipli bir bahçeydi bu. Barakanın hayat kapısının
sağında ve solunda yer alan birer pencere sanki bahçeyi gözleyen bir çift göz
gibiydi. Bu gözlerden birisi uzun yıllardır kördü. Gören gözde ise o, tek
başına yaşıyordu.
Kapıya
yönelmeden evvel gaz lambasını kısıp idare vaziyetine getirmişti. Kapı
aralandığında beyaz bir entarinin içinde uzun ince bir siluet belirmişti. Sakin
adımlarla bahçe kapısına doğru yürümeye başladı. Hayat kapısı ile bahçe kapısı
arası yirmi adım kadardı. Bahçe kapısına ulaştığında sağ elindeki topraktan
ibriği yere koydu ve kapıyı tutan teli çıkardı. Az aşağıdan usulca akan derenin
sesi geliyordu. İbriği alıp dere kenarına indi. Ay hala bulutların ardındaydı.
Derede akan ancak bir karanlıktı. Entarisini hafifçe toplayarak çömeldi ve
ellerini derenin karanlığına uzattı. Avuçlarını dolduran soğuk suyu yüzüne
serpti. Bir kez ve sonra bir kez daha… İbriği suya daldırdı. Suyun üzerine
çıkan kabarcıklar azaldıkça ibrik de suya gömülüyordu. Dolan ibriği az geriye,
sağ tarafa koydu. Entarisinin kollarını dirseklerine kadar sıvayıp “Bismillah”
dedi ve ellerini akan suya uzattı. Kıpırdayan dudaklarından, “Allah’ım,
ellerimi günahtan Sen koru, ya Rabbim” sözleri uçuşuyordu. Belli ki abdest
alıyordu. Başını mesh ederken, yaklaşan ayak sesine kulak kesildi. “Geliyor”,
diye düşündü. “Allah’ım adımlarımı kararlı kıl”, dedi sol ayağını yıkarken. Ay
bulutun arkasından sıyrılmış, ayak sesinin sahibine her adımda uzayıp kısalan
bir gölge bağışlamıştı. Bu gölge topraktan ibriğe dokunduğunda o da ayağa
kalkmak üzereydi.
-
Selamun Aleyküm Nusret Dayı
-
Aleyküm Selam, Bahtiyar, sen misin?
-
Benim benim. Sabah için kalkmıştım biraz dolanıp öyle
geçeyim camiye dedim. Uzaktan seni görünce yanına varayım bir hal hatır sorayım
istedim.
-
Allah razı olsun. Bu günümüze şükür. Sen nasılsın dünden
beri?
-
Ne olsun Nusret Dayı. Aynı hesap Ayvaz kasap! Gelecek
misin sabaha, camiye?
-
Hele vakit biraz daha yaklaşsın, gelirim inşallah.
İster gel bahçede soluklanalım biraz.
-
E, haydi madem…
Derenin
kenarından yukarı, eve doğru yürümeye başladılar. Bahtiyar, Nusret Dayı’nın az
evvel doldurduğu ibriği onun elinden almış, Nusret Dayı’nın sağına geçmişti. Ay
ışığının huzmeleri yolu aydınlatmaktaydı. Yolu sessizce bitirdiler. Bahtiyar
ibriği hayat kapısının kenarına bırakarak evin duvarına yaslanmış sedire yöneldi.
Sedire oturup sırtını duvara verdi. Ayaklarının arasında kalan karınca
yuvasının nöbetçilerinin kendisini gözlediğinin farkında değildi. Toprağın
altındaki koloni ayak seslerine itibar etmiyor, nöbetçiler günü haber verene
dek uykuda bekliyordu.
İbriği kapının
kenarından alarak iç tarafa koyan Nusret Dayı Bahtiyar’ın yanına otururken lafı,
“Anlat bakalım, yeğenim. Baban nasıl?” diyerek açtı. Gelecek cevabı biliyor
olsa da, bu girizgâhı sohbetin yöneleceği yeri işaret etmesi sebebiyle tercih
etmişti. “İyidir, hamdolsun”, dedi Bahtiyar, Nusret Dayı’ya bakmaksızın. Bir
müddet ikisi de suskun kaldılar. Sessizlik, görünmez, dokunulmaz ancak
hissedilebilir bir perde olmuştu aralarında. Nusret Dayı hemen sol tarafında,
duvara dayalı olan uzunca bir çubuğu aldı ve yere bir daire çizdi. Çubuğun
ucuyla bastırıp dairenin içinde birkaç minik oyuk açtı. Sonra dairenin dışında bir yere bir minik
oyuk daha. Bahtiyar onun ne yaptığına bakıyordu. “Bahtiyar”, diyerek sessizliği
bozdu Nusret Dayı. “Bu dairenin içindeki oyukların her biri bir adam olsun. Şu
dışarıdaki oyuk da öyle. Sence bunlardan hangisi yalnız, hangisi dışarıda?” Bahtiyar
bir süre yere, dairenin içindeki ve dışındaki oyuklara baktı. “Ne desem ki,
dayı”, dedi ardından. Yine sustular…
Derenin
kenarından havalanıp bahçenin üzerinden geçen bir kuşun kanat sesleri ikisinin
de bakışlarını göğe yöneltti. Kuşu göremediler ama kanat sesleri sessizliği bir
kez daha bozmuştu.
-
Babanın bana kızgınlığı devam ediyor mu?
-
Babam senin hükümeti eleştirmene, partiye laf söylemene
kızıyor dayı.
-
Laf söylemeyim mi, öyle mi istiyor?
-
Herkesin içinde söylemen kızdırıyor onu, yoksa bir şey
demez, bana sorarsan.
-
Bahtiyar, hükümet herkesin içinde iş yapıyor ben de
herkesin içinde söylüyorum lafımı. Bence, baban parti yönetiminde ya, zora
girmek istemiyor. Onun için kızıyor bana.
-
Babam, “Dayının bilmediği birçok şey var. Devletten,
hükümetten iyi bilseydi halk bunları değil onu seçerdi.”, diyor.
Nusret Dayı
sağ ayağını yukarı, sedirin üzerine kaldırdı. “Bahtiyar”, dedi. “Baban da,
partisi de, akıllarına çok güveniyorlar. Aklını şaşmaz sananın kıssasını
hatırlıyor musun?”
-
Hangi kıssaydı, dayı?
-
Musa aleyhisselam ile Firavun’un kıssası.
-
Biliyorum. Hem okumuş hem vaazlarda dinlemiştim. Musa
aleyhisselam denizi yarıp İsrailoğulları’nı Firavun’dan kurtarıyordu.
-
Evet, ama bu kıssanın derinliği sadece denizin
yarılmasında değildir.
-
Dahası nedir, dayı?
Nusret Dayı
ayağını yere indirdi ve Bahtiyar’a doğru hafifçe döndü. Evin kör gözünün
önünde, ay ışığının aydınlattığı o bahçede Bahtiyar, belki de, hocanın kürsüden anlatmadığını duyacaktı.
“Firavun’da senin benim gibi insandı”, diyerek söze başladı Nusret Dayı. “Masum
doğmuştu ama annesi, babası, kabilesi onu diğer insanlardan farklı olduğuna inandırmış,
o da bu inancın nimetleri ile mest olmuştu. O, insanlar üzerindeki hükmünün
ilahi bir bağış ve kendisine yüklenmiş bir sorumluluk olduğunu düşünüyordu.
Musa aleyhisselam onun sarayında ama öz annesinin kucağında büyüdü. Allah
Musa’yı seçtiğinde ve Musa Firavun’a gittiğinde Firavun Musa’nın anlattıklarını
kibirle dinledi. Musa’yı yalancılıkla suçladığında ve öldürmek istediğinde de, 'Ben'
dedi, 'size yalnız kendi gördüğümü gösteriyorum; ve sizi yalnız doğruluk yoluna
çağırıyorum!”
“Ama”, diye
söze karıştı Bahtiyar. “Musa aleyhisselam Firavun’u mucizelerle susturmuştu.
Firavun’un büyücüleri bile Musa’ya iman etmişlerdi. Firavun bunları görmesine
rağmen niçin ısrar etmişti ki?”
“Dinle”,
diyerek devam etti Nusret Dayı. “Musa’nın attığı sopa büyücülerin gözbağına son
verdiğinde Musa’yı bu büyücülerin ustası olmakla suçladı. Firavun Musa’nın
yaptığının sihir olduğunu düşünüyordu ve sihre inanan bir toplumda bu sözü
yadırganmadı. O, halkını ve ordusunu bu sözün doğruluğuna ikna etmekte
zorlanmadı.” Nusret Dayı az evvel bir
daire çizdiği sopayı sanki Musa’nın asasını tutarmışçasına kavradı.
“Bahtiyar!”, “Deniz ikiye ayrılıp Musa aleyhisselam ve İsrailoğulları denizde
açılan yolda yürümeye başladıklarında Firavun aklına itimat etti. O, nasıl ki
daha evvel büyücülerin attıklarını yutan Musa’nın asasının bir büyü olduğunu
düşündüyse, denizin yarıldığı o gün de bunun bir büyü olduğunu, denizin
yarılmasının mümkün olmadığını, aklın böyle bir olayı kabul edemeyeceğini
düşündü ve Musa’nın ardından denize doğru tereddütsüz ilerledi.”
“Olabilir”,
dedi Bahtiyar. “Ama dayı, bunun babamın partisiyle hükümet ile ne ilgisi var
ki? Nereye bağlayacaksın bu kıssayı?”
“Bahtiyar, babanın
partisi aklını hakikate değil gözbağına ayarlamış halde. Onlar, içlerinden
yücelttikleri bir adamın aklını şaşmaz sanıyorlar. Korkarım ki, ancak denizin
birleşme anında varacaklar bunun farkına. Elbette onlara ‘Firavun’ demiyorum
ama kendilerini uyaran, onların bakmadığı bir pencereden dünyaya bakan
insanlara kulak tıkamalarını da hoş karşılamıyorum”
Bahtiyar
düşünür gibi bir süre başını öne eğdi. Nusret Dayı haklı olabilirdi ama o bu
tür bir tartışmaya dahil olmak istemiyordu. Ona göre, her gün izlediği
televizyon, dinlediği radyo, okuduğu gazete, yarım saatte bir yayımlanan haber
bültenleri hükümetin sözlerini tekrar ediyorken Nusret Dayı akıntıya karşı
kürek çekiyordu. Ayağa kalktı.
-
Dayı, orası öyle de, bu devlet işi, bizim gücümüzü aşar
bunlar. Bunları konuşsak, söylesek, tartışsak da bizi dinlemezler. En iyisi
Allah’a havale etmek, bana sorarsan.
-
Hepimiz Allah’ın idrakindeyiz.
-
Öyle ama bu meseleler için babamla aranda soğukluk
olması iyi değil.
-
Bahtiyar, bak şu çizdiğim daireye. Burada ne yalnız kalan
ne de dışarıda olan var. Levhi Mahfuz hepsini kuşatmış halde… Haydi camiye
geçelim, vakit yaklaştı.
Bahçe kapısını
kapatıp camiye doğru yürürlerken rüzgâr bir yandan bu ikilinin fısıltılarını
taşıyor bir yanda da, Nusret Dayı’nın çizdiği daireyi siliyordu. Hayat da, gök
kubbenin altında yitip giden bir fısıltı değil miydi?