25 Temmuz 2012 Çarşamba

Bir Fısıltıydı Hayat


Gürkan BİÇEN

Gece boyu esen rüzgâr önüne kattığı bulutları henüz gün ağarmadan kasabanın üzerine getirmiş ve öylece bırakıp gitmişti. Şimdi, kasabanın sırtını yasladığı yamacı aydınlatan ay gözden kaybolmuş, aşağı mahalleden geçen derenin sularındaki ay izinin yerini zifiri bir karanlık almıştı. Dere boyundan yetişkin ayağıyla beş yüz adım kadar ötede, penceresinde titreyen ışığıyla bir baraka suyun sesini dinlemekteydi. Bahçeyi çevreleyen, üst üste konulmuş taşlardan yapılmış alçak bir duvar barakayı yabani ağaçlardan ve dikenlerden ayırıyordu. Bahçeye birbirine çatılmış ve kimi yerleri tellerle bağlanmış ahşap bir kapıdan giriliyordu. Keskin bir göz, karanlıkta da olsa, bahçedeki bitkileri seçebilirdi. Küçük ama tertipli bir bahçeydi bu. Barakanın hayat kapısının sağında ve solunda yer alan birer pencere sanki bahçeyi gözleyen bir çift göz gibiydi. Bu gözlerden birisi uzun yıllardır kördü. Gören gözde ise o, tek başına yaşıyordu.
           
Kapıya yönelmeden evvel gaz lambasını kısıp idare vaziyetine getirmişti. Kapı aralandığında beyaz bir entarinin içinde uzun ince bir siluet belirmişti. Sakin adımlarla bahçe kapısına doğru yürümeye başladı. Hayat kapısı ile bahçe kapısı arası yirmi adım kadardı. Bahçe kapısına ulaştığında sağ elindeki topraktan ibriği yere koydu ve kapıyı tutan teli çıkardı. Az aşağıdan usulca akan derenin sesi geliyordu. İbriği alıp dere kenarına indi. Ay hala bulutların ardındaydı. Derede akan ancak bir karanlıktı. Entarisini hafifçe toplayarak çömeldi ve ellerini derenin karanlığına uzattı. Avuçlarını dolduran soğuk suyu yüzüne serpti. Bir kez ve sonra bir kez daha… İbriği suya daldırdı. Suyun üzerine çıkan kabarcıklar azaldıkça ibrik de suya gömülüyordu. Dolan ibriği az geriye, sağ tarafa koydu. Entarisinin kollarını dirseklerine kadar sıvayıp “Bismillah” dedi ve ellerini akan suya uzattı. Kıpırdayan dudaklarından, “Allah’ım, ellerimi günahtan Sen koru, ya Rabbim” sözleri uçuşuyordu. Belli ki abdest alıyordu. Başını mesh ederken, yaklaşan ayak sesine kulak kesildi. “Geliyor”, diye düşündü. “Allah’ım adımlarımı kararlı kıl”, dedi sol ayağını yıkarken. Ay bulutun arkasından sıyrılmış, ayak sesinin sahibine her adımda uzayıp kısalan bir gölge bağışlamıştı. Bu gölge topraktan ibriğe dokunduğunda o da ayağa kalkmak üzereydi.

-          Selamun Aleyküm Nusret Dayı
-          Aleyküm Selam, Bahtiyar, sen misin?
-          Benim benim. Sabah için kalkmıştım biraz dolanıp öyle geçeyim camiye dedim. Uzaktan seni görünce yanına varayım bir hal hatır sorayım istedim.
-          Allah razı olsun. Bu günümüze şükür. Sen nasılsın dünden beri?
-          Ne olsun Nusret Dayı. Aynı hesap Ayvaz kasap! Gelecek misin sabaha, camiye?
-          Hele vakit biraz daha yaklaşsın, gelirim inşallah. İster gel bahçede soluklanalım biraz.
-          E, haydi madem…

Derenin kenarından yukarı, eve doğru yürümeye başladılar. Bahtiyar, Nusret Dayı’nın az evvel doldurduğu ibriği onun elinden almış, Nusret Dayı’nın sağına geçmişti. Ay ışığının huzmeleri yolu aydınlatmaktaydı. Yolu sessizce bitirdiler. Bahtiyar ibriği hayat kapısının kenarına bırakarak evin duvarına yaslanmış sedire yöneldi. Sedire oturup sırtını duvara verdi. Ayaklarının arasında kalan karınca yuvasının nöbetçilerinin kendisini gözlediğinin farkında değildi. Toprağın altındaki koloni ayak seslerine itibar etmiyor, nöbetçiler günü haber verene dek uykuda bekliyordu.
           
İbriği kapının kenarından alarak iç tarafa koyan Nusret Dayı Bahtiyar’ın yanına otururken lafı, “Anlat bakalım, yeğenim. Baban nasıl?” diyerek açtı. Gelecek cevabı biliyor olsa da, bu girizgâhı sohbetin yöneleceği yeri işaret etmesi sebebiyle tercih etmişti. “İyidir, hamdolsun”, dedi Bahtiyar, Nusret Dayı’ya bakmaksızın. Bir müddet ikisi de suskun kaldılar. Sessizlik, görünmez, dokunulmaz ancak hissedilebilir bir perde olmuştu aralarında. Nusret Dayı hemen sol tarafında, duvara dayalı olan uzunca bir çubuğu aldı ve yere bir daire çizdi. Çubuğun ucuyla bastırıp dairenin içinde birkaç minik oyuk açtı.  Sonra dairenin dışında bir yere bir minik oyuk daha. Bahtiyar onun ne yaptığına bakıyordu. “Bahtiyar”, diyerek sessizliği bozdu Nusret Dayı. “Bu dairenin içindeki oyukların her biri bir adam olsun. Şu dışarıdaki oyuk da öyle. Sence bunlardan hangisi yalnız, hangisi dışarıda?” Bahtiyar bir süre yere, dairenin içindeki ve dışındaki oyuklara baktı. “Ne desem ki, dayı”, dedi ardından. Yine sustular…

Derenin kenarından havalanıp bahçenin üzerinden geçen bir kuşun kanat sesleri ikisinin de bakışlarını göğe yöneltti. Kuşu göremediler ama kanat sesleri sessizliği bir kez daha bozmuştu.

-          Babanın bana kızgınlığı devam ediyor mu?
-          Babam senin hükümeti eleştirmene, partiye laf söylemene kızıyor dayı.
-          Laf söylemeyim mi, öyle mi istiyor?
-          Herkesin içinde söylemen kızdırıyor onu, yoksa bir şey demez, bana sorarsan.
-          Bahtiyar, hükümet herkesin içinde iş yapıyor ben de herkesin içinde söylüyorum lafımı. Bence, baban parti yönetiminde ya, zora girmek istemiyor. Onun için kızıyor bana.
-          Babam, “Dayının bilmediği birçok şey var. Devletten, hükümetten iyi bilseydi halk bunları değil onu seçerdi.”, diyor.

Nusret Dayı sağ ayağını yukarı, sedirin üzerine kaldırdı. “Bahtiyar”, dedi. “Baban da, partisi de, akıllarına çok güveniyorlar. Aklını şaşmaz sananın kıssasını hatırlıyor musun?” 
-          Hangi kıssaydı, dayı?
-          Musa aleyhisselam ile Firavun’un kıssası.
-          Biliyorum. Hem okumuş hem vaazlarda dinlemiştim. Musa aleyhisselam denizi yarıp İsrailoğulları’nı Firavun’dan kurtarıyordu.
-          Evet, ama bu kıssanın derinliği sadece denizin yarılmasında değildir.
-          Dahası nedir, dayı?

Nusret Dayı ayağını yere indirdi ve Bahtiyar’a doğru hafifçe döndü. Evin kör gözünün önünde, ay ışığının aydınlattığı o bahçede Bahtiyar, belki de,  hocanın kürsüden anlatmadığını duyacaktı. “Firavun’da senin benim gibi insandı”, diyerek söze başladı Nusret Dayı. “Masum doğmuştu ama annesi, babası, kabilesi onu diğer insanlardan farklı olduğuna inandırmış, o da bu inancın nimetleri ile mest olmuştu. O, insanlar üzerindeki hükmünün ilahi bir bağış ve kendisine yüklenmiş bir sorumluluk olduğunu düşünüyordu. Musa aleyhisselam onun sarayında ama öz annesinin kucağında büyüdü. Allah Musa’yı seçtiğinde ve Musa Firavun’a gittiğinde Firavun Musa’nın anlattıklarını kibirle dinledi. Musa’yı yalancılıkla suçladığında ve öldürmek istediğinde de, 'Ben' dedi, 'size yalnız kendi gördüğümü gösteriyorum; ve sizi yalnız doğruluk yoluna çağırıyorum!”
“Ama”, diye söze karıştı Bahtiyar. “Musa aleyhisselam Firavun’u mucizelerle susturmuştu. Firavun’un büyücüleri bile Musa’ya iman etmişlerdi. Firavun bunları görmesine rağmen niçin ısrar etmişti ki?”
“Dinle”, diyerek devam etti Nusret Dayı. “Musa’nın attığı sopa büyücülerin gözbağına son verdiğinde Musa’yı bu büyücülerin ustası olmakla suçladı. Firavun Musa’nın yaptığının sihir olduğunu düşünüyordu ve sihre inanan bir toplumda bu sözü yadırganmadı. O, halkını ve ordusunu bu sözün doğruluğuna ikna etmekte zorlanmadı.”  Nusret Dayı az evvel bir daire çizdiği sopayı sanki Musa’nın asasını tutarmışçasına kavradı. “Bahtiyar!”, “Deniz ikiye ayrılıp Musa aleyhisselam ve İsrailoğulları denizde açılan yolda yürümeye başladıklarında Firavun aklına itimat etti. O, nasıl ki daha evvel büyücülerin attıklarını yutan Musa’nın asasının bir büyü olduğunu düşündüyse, denizin yarıldığı o gün de bunun bir büyü olduğunu, denizin yarılmasının mümkün olmadığını, aklın böyle bir olayı kabul edemeyeceğini düşündü ve Musa’nın ardından denize doğru tereddütsüz ilerledi.”

“Olabilir”, dedi Bahtiyar. “Ama dayı, bunun babamın partisiyle hükümet ile ne ilgisi var ki? Nereye bağlayacaksın bu kıssayı?”

“Bahtiyar, babanın partisi aklını hakikate değil gözbağına ayarlamış halde. Onlar, içlerinden yücelttikleri bir adamın aklını şaşmaz sanıyorlar. Korkarım ki, ancak denizin birleşme anında varacaklar bunun farkına. Elbette onlara ‘Firavun’ demiyorum ama kendilerini uyaran, onların bakmadığı bir pencereden dünyaya bakan insanlara kulak tıkamalarını da hoş karşılamıyorum”

Bahtiyar düşünür gibi bir süre başını öne eğdi. Nusret Dayı haklı olabilirdi ama o bu tür bir tartışmaya dahil olmak istemiyordu. Ona göre, her gün izlediği televizyon, dinlediği radyo, okuduğu gazete, yarım saatte bir yayımlanan haber bültenleri hükümetin sözlerini tekrar ediyorken Nusret Dayı akıntıya karşı kürek çekiyordu. Ayağa kalktı.

-          Dayı, orası öyle de, bu devlet işi, bizim gücümüzü aşar bunlar. Bunları konuşsak, söylesek, tartışsak da bizi dinlemezler. En iyisi Allah’a havale etmek, bana sorarsan.
-          Hepimiz Allah’ın idrakindeyiz.
-          Öyle ama bu meseleler için babamla aranda soğukluk olması iyi değil.
-          Bahtiyar, bak şu çizdiğim daireye. Burada ne yalnız kalan ne de dışarıda olan var. Levhi Mahfuz hepsini kuşatmış halde… Haydi camiye geçelim, vakit yaklaştı.

Bahçe kapısını kapatıp camiye doğru yürürlerken rüzgâr bir yandan bu ikilinin fısıltılarını taşıyor bir yanda da, Nusret Dayı’nın çizdiği daireyi siliyordu. Hayat da, gök kubbenin altında yitip giden bir fısıltı değil miydi?