13 Ekim 2012 Cumartesi

Budala


Gürkan BİÇEN

Gözlük camına hohlayıp elindeki ince bezle iyice ovuşturduktan sonra gözlüğü ışığa doğru tuttu. Camın üzerinde kalan lekeler olmalıydı ki, masanın üzerine bıraktığı bezi bir kez daha alarak camı biraz daha ovaladı. Gözlüğü ve bezi masanın bir kenarına koyarken, “Muharrem”, dedi, “Gözlük kullanmayacağım ama gözlüklü halimin daha etkileyici olduğunu söylüyorlar. Sen ne dersin?”  Pencere kenarında duran orta boylu, saçlarına ak düşmüş, hafif göbekli adam, “Doğrudur efendim”, diye cevapladı.

- Muharrem, getir bakalım şu enfiyeyi de biraz çekelim. Hele bir zihnimiz açılsın, ihtiyacımız var.
- Derhal efendim… Buyurduğunuz gibi, bu enfiye zihni açıyor. İnsan daha bir dikkatli oluyor. Hem tütün kullanmış oluyorsunuz hem de kanuna karşı geldiğinizi kimse anlamıyor.

Özel kalem odasına geçen Muharrem az sonra bir enfiye kutusu ile geri döndü. Üzerinde işlemeler olan, fildişinden mamul bu kutuyu Muharrem vazife icabı gittiği bir yurtdışı seyahatinde Londra’dan hayli yüklü bir fiyata satın almıştı. 

-          Efendim, enfiyenizi nerede hazırlayayım? Toplantı masası uygun mudur?
-          Olur olur, toplantı masasında açıver madem. Çabuk ol ama. Biliyorsun Tahir Bey makama çağırdı. Kırk beş dakika sonra makamda olmam lazım.
-          Siz merak etmeyin efendim, beş dakika bile tutmaz hazırlamam. Şu ipek mendili usulünce açayım evvela.
-          Böyle zamanlarda insanın zihni açık olmalı Muharrem. Görüyorsun dünyanın halini. Her an uyanık olmalıyız. Yoksa Allah muhafaza! Bir bakmışsın ne belalar açılmış başımıza. Bu enfiyeyi de hani gerçekten ihtiyaç duyduğumdan değil, zihnim sürekli açık kalsın diye kullanıyorum, biliyorsun.
-          Doğrudur efendim.
-          Ben öğrenciyken, Muharrem, dersler çok ağırdı. Sabahlara kadar çalışırdım ve uyumamak için bol bol kahve içerdim. Kahve de zihni açık tutuyor. Ama şimdi çok içemiyorum kahveyi. Yine de diyebilirim ki, dünyadaki bunca karışık meseleyi anlamayı, bin türlü sıkıntıyı halletmek için gerekli yolları bulup kullanmayı kahve içerek uyumadığım o gecelere borçluyum.
-          Çok haklısınız efendim. Sizin bizden başlıca farkınız bu. Çok çalışıyorsunuz ve dünyanın gidişatını çok iyi takip ediyorsunuz. Sizden evvel makamınızda bulunanlarda bu özelliklerin hepsi değil çeyreği bile olsaydı ülkemiz bugün çok daha yükseklerde olurdu. Ama Allah bu muvaffakiyeti size bahşetmiş. Tabii ki sizin insanüstü gayretiniz sebebiyle.
-          Kendimi övmeyi sevmem Muharrem ama ne yalan söyleyeyim, kimi zaman bu makamdan gelip geçenlerin niçin tüm bu gerçekleri göremediğini düşünüyorum lakin bir cevap bulamıyorum. Belki dünyayı benim gibi uzun yıllar boyunca yakından takip etmediklerindendir. Sen ne dersin buna?
-          Af buyurun efendim fakat siz sorduğunuz için söylemek zorundayım. Sizden evvel makama gelenlerin çoğu ömürlerini para kazanma peşinde geçirmiş, kitaptan, ilimden, sanattan anlamayan, bürokratlara fazlasıyla kulak veren kimselerdi. Elbette içlerinde saygıdeğer kişiler de vardı ancak onların sayısını ne siz sorun ne de ben söyleyeyim.
-          Hazır mı enfiye?
-          Buyurun efendim.

Toplantı masasının üzerine yayılan ipek mendilin içinde Mardin tütününden yapılmış enfiye duruyordu. Burnunu mendile yaklaştırıp derin bir nefes aldı. Muharrem bu derin nefesin etkisiyle burun deliklerine hücum eden tütün tozuna bakıyordu. İki üç nefeslik toz ayarlamıştı. Zira her şeyin olduğu gibi enfiyenin de çoğu zarardı.

Masa başından kalkıp kendi masasına yönelirken, “Hay eline sağlık, Muharrem. Şimdi şu askeriyeden ve istihbarattan gelen iki dosyayı ver de Tahir Bey ile görüşmeden evvel biraz bakayım.”, dedi. Muharrem karşı taraftaki dolaptan iki klasör çıkardı. İki siyah klasör. Çalışma masasına koyarken, “İsterseniz ben çıkabilirim, efendim”, dedi hafif bir sesle.

-          Yok yok… Sen kal Muharrem. Belki sana da soracağım şeyler olabilir.
-          Peki efendim.

Evvela istihbarat raporu olarak sunulan dosyayı incelemeye koyuldu. Bu dosyada yer alan bilgilerin yarısından fazlası yerel ve uluslararası medyada yayımlanan şeylerin tekrarından ibaretti. Bunlara ne diye “gizli” kaşesi basarlar anlamam, diye düşündü. Bunca işin arasında bunları incelemek can sıkıcıydı.

-          Muharrem, bunlara niye bakıyorum biliyor musun?
-          Doğrusu bilemiyorum, efendim. Sakıncası yoksa öğrenebilir miyim?
-          Komşu ülkenin meselelerine dair raporlar bunlar. Biliyorsun geçen sene bunlara güvenip komşu ülkenin cumhurbaşkanına üç hafta kadar ömür biçmiştim ama dediğim gibi olmadı, yanılmışım.
-          Hatırladım efendim. Yanılmıyorsam, bu açıklamanızdan sonra size keşke süreden bahsetmeseydiniz, öyle daha isabetli olurdu demiştim. Elbette doğrusunu siz bilirsiniz, ben yalnız burada bürokrasi derecatında şahit olduğum uygulamaya binaen öyle söylemiştim. Peki, efendim, o zaman o raporlarda ne yazıyordu ki?
-          Bizim komşu ülkede okuyan öğrencilerin, orayla iş yapan tacirlerin, orada yardım dağıtan kuruluşların personelinin toplayıp paylaştığı bilgiler ile diğer istihbarat kaynaklarının sunduğu bilgiler vardı. Hatta o zaman biraz şaşırmıştım doğrusu. Bizim Türk öğrenciler ne kadar çok şey biliyormuş orası hakkında, diye. Aslına bakarsan bunların bir kısmını çeşitli kurumlara çok şey biliyorlar diye aldırdım. Ama tam da umduğum gibi çıkmadılar.
-          Devlet işlerinin karışık olduğunu hep söylersiniz efendim. Devlet içinde her türden insan olduğunu da. İyi niyetliler, kötü niyetliler, hırslılar, miskinler, müptelalar… uzar gider bu liste. Belli ki, o dönemde sizi yanıltmışlar.
-          Evet, var bir karışıklık. Beni kızdıran ne biliyor musun? Ben bunlara güvenerek bir açıklama yapıyorum, ardından beni yalanlayan başka açıklamalar geliyor. Bu gerçekten sinir bozucu.
-          Şu askerin açıklamasını mı kast ediyorsunuz efendim. Hani siz birçok teknik ve askeri bilgi aktarmış ve vaziyet budur, demiştiniz de aradan üç gün geçtikten sonra asker tüm bunları yalanlamıştı.
-          Allah aşkına Muharrem, unutulacak gibi mi bu? Bakma sen benim sessiz durduğuma ama kimi zaman içim içimi yiyor. İdealist olmak çok zor Muharrem çok zor.
-          Haklısınız efendim. Makamınızda gözü olanların başarısız olmanızı istemesi de cabası.
-          Allah biliyor, Muharrem, benim makamda gözüm yok. Ben zaten kitapların içinde, apayrı bir dünyada yaşıyordum. Benim kendime ait bir dünyam vardı. Ben istemedim ki makamı, mevkii. Tahir Bey beni kendisi davet etti. Gel, bu ülkenin senin hizmetine ihtiyacı var, bu dümenin bir ucundan tut, dedi. Şimdi onu yüz üstü bıraktı demeyecek olsalar, bugün bırakıp kendi dünyama dönerim, çekemeyenlerin laflarına hiç bakmam bile. Ama vaziyet öyle mi? Bugün bırakıp gitsem ülkenin geldiği bu aydınlık noktayı sabahtan akşama karartabilecek kişilerin eline geçer tüm bu yetki. Ne ben kaçar giderim ne de halk buna razı olur. Halkımızın bana hala ihtiyacı var, Muharrem.
-          Doğrudur efendim. Allah sizleri başımızdan eksik etmesin tabii ki. Keşke bu ülke sizi daha evvel keşfetmiş olsaydı. Mesela ihtilalden sonraki hükümetler döneminde. Eminim bir koyup üç alacağımız o dönemde siz olsaydınız her şey daha farklı olurdu. Nasıl ki şu an Amerikan başkanıyla olan samimiyetinize binaen kendisine “Başkan Obama”, diyorsunuz o zaman da böyle bir samimiyet tesis eder ve ülkemize çok daha büyük menfaatler kazandırırdınız. Yanılıyor muyum acaba?
-          Doğrusu Muharrem, biraz da dediğin gibi bu işler. Kişisel samimiyet çok önemli. Böyle olunca insanlar birbirlerine daha çok güvenebiliyorlar. Tabii kimi zaman bu samimiyetin de aşamadığı noktalar olmuyor değil. Mesela, şu gemi olayını hatırlarım ara sıra. Hani şu Akdeniz’de dost saldırısına uğrayan gemi vardı ya. O zaman ben Amerika’da Secretary State ile görüşmüştüm de, onca samimiyetimize rağmen beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam, “dostlar arasında olur öyle şeyler, hoşgörülü olmak lazım”, gibisinden bir şeyler söylemişti.
-          Bazen efendim, bu bizim komşu ile olan meselemizde bu Secretary State’in bizi yine yanıltmış olabileceğini düşünüyorum. Tabii kimsenin günahını almak istemem ama içimde bu kadının bizi bu çıkmaz sokağa sürüklediğine dair bir his var.
-          Bunu başka bir zaman değerlendiririz Muharrem… Vakit yaklaştı. Gecikirsem Tahir Bey celallenir… Sen neye gülüyorsun orada öyle?
-          Aşağıdaki parkta, efendim. Birisi bir süs köpeği ile oynuyor. Yedi sekiz metre yürüyüp duruyor ve köpeğe eliyle gel işareti yapıyor. Köpek de anlamış gibi koşup geliyor. Öyle öyle otuz metre kadar gittiler.
-          Bak şimdi bana Rus şeyini hatırlattın.
-          Af buyurun, anlayamadım. Rus neyini efendim?
-          Boşver.
-          Efendim, sizin bu engin hoşgörünüz sayesinde oluşan bu ortam bana bir zamanlar televizyonda yayımlanan bir diziyi hatırlatıyor.
-          Hangi diziyi?
-          Emret Bakanım, isimli bir dizi vardı efendim. Yanlış hatırlıyorsam düzeltin, İngiltere’de bir bakan ile özel kaleminin maceralarını konu alıyordu.
-          Ha ha ha… Bilmem mi! Yes Minister, isimli diziyi diyorsun. İngilizce biliyorum ya, vaktiyle ben onu orijinalinden izlemiştim. Ama oradaki bakan bürokratların elinde oyuncak olmuş budalanın birisiydi.

Notlarının bulunduğu kâğıdı ceketinin iç cebine koydu. Kapıya yönelirken son bir kez Muharrem’e bakıp sordu: Sence ben o bakana mı benziyorum?

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Bir Fısıltıydı Hayat


Gürkan BİÇEN

Gece boyu esen rüzgâr önüne kattığı bulutları henüz gün ağarmadan kasabanın üzerine getirmiş ve öylece bırakıp gitmişti. Şimdi, kasabanın sırtını yasladığı yamacı aydınlatan ay gözden kaybolmuş, aşağı mahalleden geçen derenin sularındaki ay izinin yerini zifiri bir karanlık almıştı. Dere boyundan yetişkin ayağıyla beş yüz adım kadar ötede, penceresinde titreyen ışığıyla bir baraka suyun sesini dinlemekteydi. Bahçeyi çevreleyen, üst üste konulmuş taşlardan yapılmış alçak bir duvar barakayı yabani ağaçlardan ve dikenlerden ayırıyordu. Bahçeye birbirine çatılmış ve kimi yerleri tellerle bağlanmış ahşap bir kapıdan giriliyordu. Keskin bir göz, karanlıkta da olsa, bahçedeki bitkileri seçebilirdi. Küçük ama tertipli bir bahçeydi bu. Barakanın hayat kapısının sağında ve solunda yer alan birer pencere sanki bahçeyi gözleyen bir çift göz gibiydi. Bu gözlerden birisi uzun yıllardır kördü. Gören gözde ise o, tek başına yaşıyordu.
           
Kapıya yönelmeden evvel gaz lambasını kısıp idare vaziyetine getirmişti. Kapı aralandığında beyaz bir entarinin içinde uzun ince bir siluet belirmişti. Sakin adımlarla bahçe kapısına doğru yürümeye başladı. Hayat kapısı ile bahçe kapısı arası yirmi adım kadardı. Bahçe kapısına ulaştığında sağ elindeki topraktan ibriği yere koydu ve kapıyı tutan teli çıkardı. Az aşağıdan usulca akan derenin sesi geliyordu. İbriği alıp dere kenarına indi. Ay hala bulutların ardındaydı. Derede akan ancak bir karanlıktı. Entarisini hafifçe toplayarak çömeldi ve ellerini derenin karanlığına uzattı. Avuçlarını dolduran soğuk suyu yüzüne serpti. Bir kez ve sonra bir kez daha… İbriği suya daldırdı. Suyun üzerine çıkan kabarcıklar azaldıkça ibrik de suya gömülüyordu. Dolan ibriği az geriye, sağ tarafa koydu. Entarisinin kollarını dirseklerine kadar sıvayıp “Bismillah” dedi ve ellerini akan suya uzattı. Kıpırdayan dudaklarından, “Allah’ım, ellerimi günahtan Sen koru, ya Rabbim” sözleri uçuşuyordu. Belli ki abdest alıyordu. Başını mesh ederken, yaklaşan ayak sesine kulak kesildi. “Geliyor”, diye düşündü. “Allah’ım adımlarımı kararlı kıl”, dedi sol ayağını yıkarken. Ay bulutun arkasından sıyrılmış, ayak sesinin sahibine her adımda uzayıp kısalan bir gölge bağışlamıştı. Bu gölge topraktan ibriğe dokunduğunda o da ayağa kalkmak üzereydi.

-          Selamun Aleyküm Nusret Dayı
-          Aleyküm Selam, Bahtiyar, sen misin?
-          Benim benim. Sabah için kalkmıştım biraz dolanıp öyle geçeyim camiye dedim. Uzaktan seni görünce yanına varayım bir hal hatır sorayım istedim.
-          Allah razı olsun. Bu günümüze şükür. Sen nasılsın dünden beri?
-          Ne olsun Nusret Dayı. Aynı hesap Ayvaz kasap! Gelecek misin sabaha, camiye?
-          Hele vakit biraz daha yaklaşsın, gelirim inşallah. İster gel bahçede soluklanalım biraz.
-          E, haydi madem…

Derenin kenarından yukarı, eve doğru yürümeye başladılar. Bahtiyar, Nusret Dayı’nın az evvel doldurduğu ibriği onun elinden almış, Nusret Dayı’nın sağına geçmişti. Ay ışığının huzmeleri yolu aydınlatmaktaydı. Yolu sessizce bitirdiler. Bahtiyar ibriği hayat kapısının kenarına bırakarak evin duvarına yaslanmış sedire yöneldi. Sedire oturup sırtını duvara verdi. Ayaklarının arasında kalan karınca yuvasının nöbetçilerinin kendisini gözlediğinin farkında değildi. Toprağın altındaki koloni ayak seslerine itibar etmiyor, nöbetçiler günü haber verene dek uykuda bekliyordu.
           
İbriği kapının kenarından alarak iç tarafa koyan Nusret Dayı Bahtiyar’ın yanına otururken lafı, “Anlat bakalım, yeğenim. Baban nasıl?” diyerek açtı. Gelecek cevabı biliyor olsa da, bu girizgâhı sohbetin yöneleceği yeri işaret etmesi sebebiyle tercih etmişti. “İyidir, hamdolsun”, dedi Bahtiyar, Nusret Dayı’ya bakmaksızın. Bir müddet ikisi de suskun kaldılar. Sessizlik, görünmez, dokunulmaz ancak hissedilebilir bir perde olmuştu aralarında. Nusret Dayı hemen sol tarafında, duvara dayalı olan uzunca bir çubuğu aldı ve yere bir daire çizdi. Çubuğun ucuyla bastırıp dairenin içinde birkaç minik oyuk açtı.  Sonra dairenin dışında bir yere bir minik oyuk daha. Bahtiyar onun ne yaptığına bakıyordu. “Bahtiyar”, diyerek sessizliği bozdu Nusret Dayı. “Bu dairenin içindeki oyukların her biri bir adam olsun. Şu dışarıdaki oyuk da öyle. Sence bunlardan hangisi yalnız, hangisi dışarıda?” Bahtiyar bir süre yere, dairenin içindeki ve dışındaki oyuklara baktı. “Ne desem ki, dayı”, dedi ardından. Yine sustular…

Derenin kenarından havalanıp bahçenin üzerinden geçen bir kuşun kanat sesleri ikisinin de bakışlarını göğe yöneltti. Kuşu göremediler ama kanat sesleri sessizliği bir kez daha bozmuştu.

-          Babanın bana kızgınlığı devam ediyor mu?
-          Babam senin hükümeti eleştirmene, partiye laf söylemene kızıyor dayı.
-          Laf söylemeyim mi, öyle mi istiyor?
-          Herkesin içinde söylemen kızdırıyor onu, yoksa bir şey demez, bana sorarsan.
-          Bahtiyar, hükümet herkesin içinde iş yapıyor ben de herkesin içinde söylüyorum lafımı. Bence, baban parti yönetiminde ya, zora girmek istemiyor. Onun için kızıyor bana.
-          Babam, “Dayının bilmediği birçok şey var. Devletten, hükümetten iyi bilseydi halk bunları değil onu seçerdi.”, diyor.

Nusret Dayı sağ ayağını yukarı, sedirin üzerine kaldırdı. “Bahtiyar”, dedi. “Baban da, partisi de, akıllarına çok güveniyorlar. Aklını şaşmaz sananın kıssasını hatırlıyor musun?” 
-          Hangi kıssaydı, dayı?
-          Musa aleyhisselam ile Firavun’un kıssası.
-          Biliyorum. Hem okumuş hem vaazlarda dinlemiştim. Musa aleyhisselam denizi yarıp İsrailoğulları’nı Firavun’dan kurtarıyordu.
-          Evet, ama bu kıssanın derinliği sadece denizin yarılmasında değildir.
-          Dahası nedir, dayı?

Nusret Dayı ayağını yere indirdi ve Bahtiyar’a doğru hafifçe döndü. Evin kör gözünün önünde, ay ışığının aydınlattığı o bahçede Bahtiyar, belki de,  hocanın kürsüden anlatmadığını duyacaktı. “Firavun’da senin benim gibi insandı”, diyerek söze başladı Nusret Dayı. “Masum doğmuştu ama annesi, babası, kabilesi onu diğer insanlardan farklı olduğuna inandırmış, o da bu inancın nimetleri ile mest olmuştu. O, insanlar üzerindeki hükmünün ilahi bir bağış ve kendisine yüklenmiş bir sorumluluk olduğunu düşünüyordu. Musa aleyhisselam onun sarayında ama öz annesinin kucağında büyüdü. Allah Musa’yı seçtiğinde ve Musa Firavun’a gittiğinde Firavun Musa’nın anlattıklarını kibirle dinledi. Musa’yı yalancılıkla suçladığında ve öldürmek istediğinde de, 'Ben' dedi, 'size yalnız kendi gördüğümü gösteriyorum; ve sizi yalnız doğruluk yoluna çağırıyorum!”
“Ama”, diye söze karıştı Bahtiyar. “Musa aleyhisselam Firavun’u mucizelerle susturmuştu. Firavun’un büyücüleri bile Musa’ya iman etmişlerdi. Firavun bunları görmesine rağmen niçin ısrar etmişti ki?”
“Dinle”, diyerek devam etti Nusret Dayı. “Musa’nın attığı sopa büyücülerin gözbağına son verdiğinde Musa’yı bu büyücülerin ustası olmakla suçladı. Firavun Musa’nın yaptığının sihir olduğunu düşünüyordu ve sihre inanan bir toplumda bu sözü yadırganmadı. O, halkını ve ordusunu bu sözün doğruluğuna ikna etmekte zorlanmadı.”  Nusret Dayı az evvel bir daire çizdiği sopayı sanki Musa’nın asasını tutarmışçasına kavradı. “Bahtiyar!”, “Deniz ikiye ayrılıp Musa aleyhisselam ve İsrailoğulları denizde açılan yolda yürümeye başladıklarında Firavun aklına itimat etti. O, nasıl ki daha evvel büyücülerin attıklarını yutan Musa’nın asasının bir büyü olduğunu düşündüyse, denizin yarıldığı o gün de bunun bir büyü olduğunu, denizin yarılmasının mümkün olmadığını, aklın böyle bir olayı kabul edemeyeceğini düşündü ve Musa’nın ardından denize doğru tereddütsüz ilerledi.”

“Olabilir”, dedi Bahtiyar. “Ama dayı, bunun babamın partisiyle hükümet ile ne ilgisi var ki? Nereye bağlayacaksın bu kıssayı?”

“Bahtiyar, babanın partisi aklını hakikate değil gözbağına ayarlamış halde. Onlar, içlerinden yücelttikleri bir adamın aklını şaşmaz sanıyorlar. Korkarım ki, ancak denizin birleşme anında varacaklar bunun farkına. Elbette onlara ‘Firavun’ demiyorum ama kendilerini uyaran, onların bakmadığı bir pencereden dünyaya bakan insanlara kulak tıkamalarını da hoş karşılamıyorum”

Bahtiyar düşünür gibi bir süre başını öne eğdi. Nusret Dayı haklı olabilirdi ama o bu tür bir tartışmaya dahil olmak istemiyordu. Ona göre, her gün izlediği televizyon, dinlediği radyo, okuduğu gazete, yarım saatte bir yayımlanan haber bültenleri hükümetin sözlerini tekrar ediyorken Nusret Dayı akıntıya karşı kürek çekiyordu. Ayağa kalktı.

-          Dayı, orası öyle de, bu devlet işi, bizim gücümüzü aşar bunlar. Bunları konuşsak, söylesek, tartışsak da bizi dinlemezler. En iyisi Allah’a havale etmek, bana sorarsan.
-          Hepimiz Allah’ın idrakindeyiz.
-          Öyle ama bu meseleler için babamla aranda soğukluk olması iyi değil.
-          Bahtiyar, bak şu çizdiğim daireye. Burada ne yalnız kalan ne de dışarıda olan var. Levhi Mahfuz hepsini kuşatmış halde… Haydi camiye geçelim, vakit yaklaştı.

Bahçe kapısını kapatıp camiye doğru yürürlerken rüzgâr bir yandan bu ikilinin fısıltılarını taşıyor bir yanda da, Nusret Dayı’nın çizdiği daireyi siliyordu. Hayat da, gök kubbenin altında yitip giden bir fısıltı değil miydi?

31 Ocak 2012 Salı

K A R

Gürkan BİÇEN


Şehir göğü gözlüyordu. Bulutlar dağılmış, rüzgâr tanıdık bir soğuğu dağın yamaçlarından sürükleyerek şehrin sokaklarına yaymaya başlamıştı. Ahali, ayaza dönen havanın çocukları sevince boğacak bir neticeye bağlanacağından emindi. Bu işin ilmini tahsil edenler “Hazır olun” diyorlardı. İlkokul çocuklarının ders kitaplarında “beklenilen”in nasıl oluştuğuna dair, resimlerle zenginleştirilmiş anlatımlar vardı. Çocuklar her yarım saatte bir evdeki termometrelere bakıyor, “Az kaldı. Sıfır olunca yağacak” diye birbirlerini müjdeliyorlardı. Yeryüzünün sakinleri nasiplerine düşeni görebilmenin heyecanında idiler.

Biz görmesek de, göğü de böyle bir heyecan sarmıştı. Okyanusların, denizlerin, göllerin, ırmakların, çayların, derelerin, pınarların özünden koparak yükselen hayat, kristalleşmiş ve yeryüzünün sakinlerine rahmet olmak üzere dağlara, ormanlara, vadilere, tarlalara, köylere, kasabalara, şehirlere inmeye hazırlanıyordu. Hani o ilk yaradılıştaki “isteyerek bir araya gelme” anında olduğu gibi yer ve gök isteyerek birlikteliklerini devam ettiriyordu. Yer göğü besliyor ve sonra gök yeri emziriyordu. Kimi zaman yer hafif bir uykuya dalıyor, işte o zaman gök, üşümesin ve kendisine ilgisiz kaldığını sanıp gücenmesin diye yerin üzerini beyaz bir örtü ile sarıveriyordu. İlk yaradılışta kendilerine verilen vazifenin ağırlığını gören yer ve gök, yüzlerini kudreti sonsuz Yaradan’a dönerek; “Ey varlık sebebimiz, dağlar kadar büyük dalgaları olan sularımı ona zarar vermeden göğe nasıl yükseltirim. Şüphesiz ben acizim. Ve ben dağlar kadar çok suyu ona zarar vermeden nasıl yere bırakırım. Şüphesiz ben acizim” dediklerinde onların münacatını işiten Rableri, “Hepsi bir hesap iledir” buyurmuştu. Özleri tatmin olsun diye onlara Mikail’i ve onun etrafında kanatlanan sayısız arkadaşını göstermişti. Onların Rabbi her şeyi kuşatan ve her şeyi sayı ile de bilendi.

Haydi, dedi Mikail, arkadaşlarına, “Rabbimiz şehirlerin halklarına rahmetini murat ediyor. Yarılan bağrına atılan tohumlarla yorulan ve sonra da uykuya dalan toprağı örtmemizi ve böylelikle ‘Rabbimiz bu tohumu senin rahmetine, senin sınırsız şefkatine sığınarak ve senin ona hayat vereceğini umarak attık’ diyen köylülerin dualarını kabul buyurduğunu, şükrederlerse şehrin de ekmeksiz kalmayacağını göstermemizi istiyor” Arkadaşlarından birisi, “Dağları, yaylaları, ormanları da örtmemizi, hayvanlarına otlaklar ve içmeleri için serin sular var etmemizi de istiyor” diye devam etti. Şimdi her birisi Mikail’in işaret ettiği kristali bölüyor, bölünerek çoğalan her kristali bir başkası tutuyordu. İstisnasız hepsi Mikail’in Rabbinden gelen bir emir ile “tamam” demesinin ardından ellerinde tuttukları kristalleri belirlenmiş yere bırakacaklarını biliyorlardı. Onların Rabbi “yerden yükseleni ve yere ineni bilen” idi.

Mikail, bir balinanın göğe püskürttüğü suyun içinde bir zerreyken Mikail’in bir arkadaşı tarafından yükseltilen, okyanusun üzerinde günlerce gezindikten sonra yamaçlarında çobanların seyirttiği, delibozuk keçilerin koyunları ayartmaya çalıştığı bir dağı aşarak işte bu şehrin üzerine kadar gelip burada üşüyen bir kristali alarak her türlü şerden Rabbine sığınıp göğün katlarından inmeye başladı. Mikail onu incitmeyecek de olsa, bu kristal, kendisine verilen değeri gösteren atlastan bir mendile konulmuştu. Bir ara ısınmaya başladığını hissetti ve dudaklarını oynatabildiğini fark etti. “Çok mutluyum” dedi, Mikail’e bakarak. “Rabbimin yüce kullarından birisi beni emanet aldı ve böylelikle ben biliyorum ki, yere inen ilk ben olacağım” Mikail gülümseyerek, “Rabbimiz sana hoşnut olacağın bir yer hazırladı. Şimdi gözlerini kapa ve Rabbini zikretmeye, O’nu yüceltmeye devam et” dedi.

Bahçe kapısının yanında duran küçük çocuk “Kar yağıyor, kar yağıyor” diye bağırdı, elinin üzerini göstererek. Avlunun dışındaki tenekeye kül döken annesi, “Küldür oğlum o” deyiverdi sakince. Çocuk bir süre elinin üzerine baktı. Önce kendisine gülümseyen kar tanesi, sonra atlastan mendil silinip gitti. İlk tanenin her zaman bir masuma indirildiğini bilmeyen şehir halkı Mikail’in işaretini de göremedi.

Çocuk sobanın başına geçerken annesi hayat kapısını kapatmış, melekler yeryüzünü bembeyaz bir dantelle işlemeye başlamışlardı.

19 Ocak 2012 Perşembe

Rüya Mahkemesi

Gürkan BİÇEN

Elimdeki bettoyu denemek için kağıda döktüğüm bu kelimeler gün gelecek karşıma birer suç unsuru olarak çıkacaklar. Diyecekler ki bana, işte biz, senin hiç düşünmeden döktürüverdiğin kelimeleriz. Sen, evet sen, kelimelerin namusunu hiç düşünmüyor, onları yerli yersiz kullanıyordun. Hatta sen kullandığın kelimelerin ne anlama geldiğini dahi çoğu kez bilmiyordun. Sadece tahmin ediyor ve kulağa hoş gelmesine bakıyordun. Seni gidi üç kağıtçı seni... Üç kağıtçısın çünkü, ses uyumundan istifade ile insanlara çok önemli şeyler söylediğin izlenimini veriyordun. Onlar senin çok önemli şeyler söylediğini zannedip kulak kabartıyorlardı.

Hayır, diye haykırdım. Yüz binlerce kez hayır. Sizler benim ürünümsünüz. Sizler beni yargılayamazsınız. Sizlere ben hayat verdim. Zihnimden geçen her kelime, dilimden kalemimden dökülen her kelime onun bana aidiyetini ispat eder. Ben olmasam siz yoksunuz. Öyle olduğu halde kalkıp beni yargılamaya çalışıyorsunuz. Sefiller...

'Ha ha ha ' diye bir kahkaha patlar mahkeme salonunda. Sayın hakim, der kelimelerin sözcüsü. Evet der, bunun gibilerini çok görmüştük. Biz de, siz de... Bunlardan onlarcasını, hatta yüzlercesini unutulmuşluğa mahkum etmiştik, bu salonda. Ama dikkat ediniz, hiçbiri ama hiçbiri böylesine kof ve cüretkar bir iddia atmamıştı ortaya. Kimi biraz diretir, sonra kabul ederdi suçunu. kimi baştan bilirdi ne durumda olduğunu. kimisi de söz verirdi, düzeleceğine dair. Böyleydi bu bugüne kadar. Ama bu, sefiller, diye bitirdiği konuşmasında haddini aşan bir iddiayı attı ortaya. Neymiş efendim, kelimeler, evet şu salonda görmüş olduğunuz bizler, onun malı imişiz. Kendisi söylemese, düşünmese, yazmasa biz de olmazmışız. 'ha ha ha çok komik'. Çok komik çünkü, biz ondan önce yüzlercesini yargılamadık mı? Neden ondan önce olmamız imkansız? Peki, kimdi o budalaları yargılayan? Hem seni şu an bu salonda sorguya çeken kim? Ey şaşkın! Bizler senden önce de vardık senden sonra da var olacağız. Belki bu salon senin gibi binlercesini görecek.

Tuhaf, diye haykırdı. Beni yargılamaya kalkanlara bakın. Ben sizi dile getirmesem siz kendinizi dile getirip adınızdan bahsettirebileceğinizi mi sandınız? Bunu yapabilecek misiniz? Kurmuş olduğunuz bu mahkeme dışında hangi yerde kendi kendinizi ifade edebiliyorsunuz? Bizler sizi bir araya toplamasak ve sonra 'sözlük' dediğimiz o nesneye bakıp sizi arayıp anmasak kimin umurundasınız?

Tuhaf tabii... Varlığınız bana bağlıyken beni yargılamaya kalkıyorsunuz. Şimdi konuşmasam, düşündünüz mü hiç, kimbilir kaç tanenizi yokluk alemine mahkum edeceğim?

Susturun şu ukalayı, diye bir ses yükseldi salondan. Ardından haykırmalar. Ama öylesine bir curcuna ki herşeyi ortaya koyuverdi bir anda. Bir tek ses veya bir grup ses duymuyordunuz. Binlerce, yüzbinlerce ses yükseliyordu salondan. Şaşkınlıkla gözlerini seyircilerin üzerinde gezdirdi. Yeryüzünün tüm kelimeleri orada ve yalnızca kendi anlamlarını haykırıyorlar. Yalnızca kendi anlamlarını. Hiçbirisi yanındakinin neyi ifade ettiğini bilmiyor.

O kimdi, diye düşündü bir an. 'ukala' diye bağıran kimdi? Dikkatle baktı. Evet, az önce onların sözcülüğünü yapandı o. Daha dikkatli baktığında onun bir kelimenin anlamına bakmak için açmış olduğu sözlük olduğunu gördü.

İrkilme rüya mahkemesinin sonudur!..

25 Kasım 2011 Cuma

Kumru

Gürkan Biçen


Sokak lambasının bağlı olduğu aydınlatma direğinin tepesindeydi. Direk ağaçtandı ve yeşil renkliydi. Gün ağardığından, işletme hattın elektriğini kesmişti. Kuvvetle muhtemel lamba soğumuş, doğal bir sıcaklık için güneşin kendisini okşamasını bekliyordu. Ortalık aydınlansa da henüz ısınmamıştı. Gecenin kaldırımlara bıraktığı serinlik hala oradaydı. Rüzgâr kaldırımlardaki ayak izlerini süpürmüş, sokağı yeni güne hazır hale getirmişti. Direğin tepesindeki gözcü yerini almış bekliyordu. Sokak çok geniş değildi. Belki yedi-sekiz metre kadardı. İki yandaki kaldırımları da hesaba katarsak on demek mümkündü. Direğin bulunduğu kaldırım bir duvara bitişikti. Tek katlı bir evin bahçe duvarı. Hemen karşıda ise bir başka tek katlı ev yer alıyordu. Bu evin bahçesi ise direğe göre evin sağındaydı. Sokağı kesen bir başka sokak bahçeyi köşe haline getiriyordu. Her iki bahçede de meyve ağaçları vardı. Direğin hemen arkasındaki bahçede devasa bir erik boşluğu kaplıyordu. Bahçenin bir tarafından yükselen ve neredeyse bir minare boyunu bulan kavak ise bir gözetleme kulesini andırıyordu. Karşı bahçenin ağaçlarını gören bu direğin tepesi olmasaydı kavağın dallarında bir yer tutabilirdi. Ama bu direk karşı bahçedeki elma ağacını gözlemek için en müsait yerdi.

Yaşlı bir el elma fidanını dikerken “Bismillah” demiş ve vakti zamanı geldiğinde meyvesinden yemeyi ummuştu. Takdiri ilahi, ömrü vefa etmemişti. Onun ölümünün seneyi devriyesinde elma çiçeğe durmuş ve o yıl ilk meyvesini vermişti. İlk çiçek elmanın yaprakları arasından yüzünü gösterdiğinde, onu çiçeği koklarken gördü. Onun o ilk çiçeği seyredişine dalmış, sanki çiçeğin kokusunu onunla birlikte almıştı. Çiçek ne kadar hoş ise o da o kadar zarifti. Ara sıra etrafına bakıyor, çiçeğe olan sevgisini bir görenin olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Bu bakışta bile bir cazibe vardı. Sonra bahçe kapısı açıldı. Ayak sesleri elma ağacına yaklaşırken o da kimselere görünmeden çiçeğin yanından ayrıldı. Bir meltem onun çiçeğe söylediği sözleri direğin tepesine kadar taşıdı: Yarın yine geleceğim.

Bahçe kapısındaki ayak sesleri elmanın yanında son bulduğunda iki çift gözün elmanın dalında gülümseyen çiçeği dikkatle incelediğini gördü. Rüzgâr onların seslerini taşısa da, aynı anda sokaktan geçen bir simitçinin yükselen sesi bastırdığından ne konuştuklarını anlayamadı. Simitçi pencerelerin birisinin açılmasını ümit ederek bahçenin kenarından geçti ve az sonra diğer sokağın ucunda gözden kayboldu. Tekrar elmaya baktığında iki çift gözün de bahçede olmadığını gördü. Onlar da gitmişlerdi. Simitçi ve iki çift göz buharlaşırken, çiçeğe yarın yine geleceğini söyleyenin hayali gözlerinin önünde duruyordu. Artık rabbinin vereceği rızkı aramalıydı. O da ayrıldı. İki bahçeyi de gören direk artık misafirsizdi.

Güneş elmaya dokunmaya başladığında direğin tepesindeki yerini aldı. Bu sabah, yarın yine geleceğini söyleyeni bekleyecekti. Elmaya baktı. Gülümseyen ilk çiçeğin bir üst dalında yeni bir hayat belirtisi vardı. Yeşil yapraklar arasından uç veren beyazlığı görebiliyordu. Acaba diye düşündü, az sonra gelecek olan bu ikinci çiçeği gördüğünde birincisini unutur mu? Ondan vazgeçer mi? Bunu ancak görerek öğrenebilirdi. Nasıl olsa, o da az sonra gelirdi. Güneş yarım mızrak boyu yükselmişti. Burada daha fazla durursa rabbinin vereceği rızkı aramada kusur göstermiş olurdu. Ayrılmalıydı.

Birkaç sokak ötede onu gördü. Asfalt yolun kaldırıma tutunduğu yerde hareketsizce yatıyordu. Simit fırınının önündekiler, “yazık” diyorlardı. “Fincana değdi, demek ki kaçak varmış atlama yaptı”, diyordu birisi öbürüne. “Yarın yine geleceğim” sözü yankılandı benliğinde. Çiçek onu beklemekteydi ve gelmeyişini sözünü tutmamasına yorabilirdi. Direğin tepesine, onları bir gün evvel ilk kez gördüğü yere döndü. İki çift göz yine bahçede, elmanın yanı başındaydılar. Bu durumda oraya gidemezdi. Sesini topladı ve “Ey güzeller güzeli çiçek! Beklediğin nazenin dönüşü olmayan bir davete icabet etti. Beni buna şahit kılan, onun sözüne sadık olduğunu bilmeni istiyor. O, sizi elbette buluşturacak. Şimdi sana düşen güzel bir sabırla meyveye durmaktır.”, dedi.

Bahçenin içindeki iki çift göz bakışlarını çiçekten ayırıp sesin geldiği yere, karşı taraftaki direğin tepesine yönelttiler. “Kumruya bak ne güzel ötüyor” dedi birisi. Diğeri başını sallayarak onayladı onu. Çiçek ise kimsenin göremediği bir damlayı bırakıverdi. Rabbim, dedi sonra, beni olgun bir meyve kıl…