13 Ekim 2012 Cumartesi

Budala


Gürkan BİÇEN

Gözlük camına hohlayıp elindeki ince bezle iyice ovuşturduktan sonra gözlüğü ışığa doğru tuttu. Camın üzerinde kalan lekeler olmalıydı ki, masanın üzerine bıraktığı bezi bir kez daha alarak camı biraz daha ovaladı. Gözlüğü ve bezi masanın bir kenarına koyarken, “Muharrem”, dedi, “Gözlük kullanmayacağım ama gözlüklü halimin daha etkileyici olduğunu söylüyorlar. Sen ne dersin?”  Pencere kenarında duran orta boylu, saçlarına ak düşmüş, hafif göbekli adam, “Doğrudur efendim”, diye cevapladı.

- Muharrem, getir bakalım şu enfiyeyi de biraz çekelim. Hele bir zihnimiz açılsın, ihtiyacımız var.
- Derhal efendim… Buyurduğunuz gibi, bu enfiye zihni açıyor. İnsan daha bir dikkatli oluyor. Hem tütün kullanmış oluyorsunuz hem de kanuna karşı geldiğinizi kimse anlamıyor.

Özel kalem odasına geçen Muharrem az sonra bir enfiye kutusu ile geri döndü. Üzerinde işlemeler olan, fildişinden mamul bu kutuyu Muharrem vazife icabı gittiği bir yurtdışı seyahatinde Londra’dan hayli yüklü bir fiyata satın almıştı. 

-          Efendim, enfiyenizi nerede hazırlayayım? Toplantı masası uygun mudur?
-          Olur olur, toplantı masasında açıver madem. Çabuk ol ama. Biliyorsun Tahir Bey makama çağırdı. Kırk beş dakika sonra makamda olmam lazım.
-          Siz merak etmeyin efendim, beş dakika bile tutmaz hazırlamam. Şu ipek mendili usulünce açayım evvela.
-          Böyle zamanlarda insanın zihni açık olmalı Muharrem. Görüyorsun dünyanın halini. Her an uyanık olmalıyız. Yoksa Allah muhafaza! Bir bakmışsın ne belalar açılmış başımıza. Bu enfiyeyi de hani gerçekten ihtiyaç duyduğumdan değil, zihnim sürekli açık kalsın diye kullanıyorum, biliyorsun.
-          Doğrudur efendim.
-          Ben öğrenciyken, Muharrem, dersler çok ağırdı. Sabahlara kadar çalışırdım ve uyumamak için bol bol kahve içerdim. Kahve de zihni açık tutuyor. Ama şimdi çok içemiyorum kahveyi. Yine de diyebilirim ki, dünyadaki bunca karışık meseleyi anlamayı, bin türlü sıkıntıyı halletmek için gerekli yolları bulup kullanmayı kahve içerek uyumadığım o gecelere borçluyum.
-          Çok haklısınız efendim. Sizin bizden başlıca farkınız bu. Çok çalışıyorsunuz ve dünyanın gidişatını çok iyi takip ediyorsunuz. Sizden evvel makamınızda bulunanlarda bu özelliklerin hepsi değil çeyreği bile olsaydı ülkemiz bugün çok daha yükseklerde olurdu. Ama Allah bu muvaffakiyeti size bahşetmiş. Tabii ki sizin insanüstü gayretiniz sebebiyle.
-          Kendimi övmeyi sevmem Muharrem ama ne yalan söyleyeyim, kimi zaman bu makamdan gelip geçenlerin niçin tüm bu gerçekleri göremediğini düşünüyorum lakin bir cevap bulamıyorum. Belki dünyayı benim gibi uzun yıllar boyunca yakından takip etmediklerindendir. Sen ne dersin buna?
-          Af buyurun efendim fakat siz sorduğunuz için söylemek zorundayım. Sizden evvel makama gelenlerin çoğu ömürlerini para kazanma peşinde geçirmiş, kitaptan, ilimden, sanattan anlamayan, bürokratlara fazlasıyla kulak veren kimselerdi. Elbette içlerinde saygıdeğer kişiler de vardı ancak onların sayısını ne siz sorun ne de ben söyleyeyim.
-          Hazır mı enfiye?
-          Buyurun efendim.

Toplantı masasının üzerine yayılan ipek mendilin içinde Mardin tütününden yapılmış enfiye duruyordu. Burnunu mendile yaklaştırıp derin bir nefes aldı. Muharrem bu derin nefesin etkisiyle burun deliklerine hücum eden tütün tozuna bakıyordu. İki üç nefeslik toz ayarlamıştı. Zira her şeyin olduğu gibi enfiyenin de çoğu zarardı.

Masa başından kalkıp kendi masasına yönelirken, “Hay eline sağlık, Muharrem. Şimdi şu askeriyeden ve istihbarattan gelen iki dosyayı ver de Tahir Bey ile görüşmeden evvel biraz bakayım.”, dedi. Muharrem karşı taraftaki dolaptan iki klasör çıkardı. İki siyah klasör. Çalışma masasına koyarken, “İsterseniz ben çıkabilirim, efendim”, dedi hafif bir sesle.

-          Yok yok… Sen kal Muharrem. Belki sana da soracağım şeyler olabilir.
-          Peki efendim.

Evvela istihbarat raporu olarak sunulan dosyayı incelemeye koyuldu. Bu dosyada yer alan bilgilerin yarısından fazlası yerel ve uluslararası medyada yayımlanan şeylerin tekrarından ibaretti. Bunlara ne diye “gizli” kaşesi basarlar anlamam, diye düşündü. Bunca işin arasında bunları incelemek can sıkıcıydı.

-          Muharrem, bunlara niye bakıyorum biliyor musun?
-          Doğrusu bilemiyorum, efendim. Sakıncası yoksa öğrenebilir miyim?
-          Komşu ülkenin meselelerine dair raporlar bunlar. Biliyorsun geçen sene bunlara güvenip komşu ülkenin cumhurbaşkanına üç hafta kadar ömür biçmiştim ama dediğim gibi olmadı, yanılmışım.
-          Hatırladım efendim. Yanılmıyorsam, bu açıklamanızdan sonra size keşke süreden bahsetmeseydiniz, öyle daha isabetli olurdu demiştim. Elbette doğrusunu siz bilirsiniz, ben yalnız burada bürokrasi derecatında şahit olduğum uygulamaya binaen öyle söylemiştim. Peki, efendim, o zaman o raporlarda ne yazıyordu ki?
-          Bizim komşu ülkede okuyan öğrencilerin, orayla iş yapan tacirlerin, orada yardım dağıtan kuruluşların personelinin toplayıp paylaştığı bilgiler ile diğer istihbarat kaynaklarının sunduğu bilgiler vardı. Hatta o zaman biraz şaşırmıştım doğrusu. Bizim Türk öğrenciler ne kadar çok şey biliyormuş orası hakkında, diye. Aslına bakarsan bunların bir kısmını çeşitli kurumlara çok şey biliyorlar diye aldırdım. Ama tam da umduğum gibi çıkmadılar.
-          Devlet işlerinin karışık olduğunu hep söylersiniz efendim. Devlet içinde her türden insan olduğunu da. İyi niyetliler, kötü niyetliler, hırslılar, miskinler, müptelalar… uzar gider bu liste. Belli ki, o dönemde sizi yanıltmışlar.
-          Evet, var bir karışıklık. Beni kızdıran ne biliyor musun? Ben bunlara güvenerek bir açıklama yapıyorum, ardından beni yalanlayan başka açıklamalar geliyor. Bu gerçekten sinir bozucu.
-          Şu askerin açıklamasını mı kast ediyorsunuz efendim. Hani siz birçok teknik ve askeri bilgi aktarmış ve vaziyet budur, demiştiniz de aradan üç gün geçtikten sonra asker tüm bunları yalanlamıştı.
-          Allah aşkına Muharrem, unutulacak gibi mi bu? Bakma sen benim sessiz durduğuma ama kimi zaman içim içimi yiyor. İdealist olmak çok zor Muharrem çok zor.
-          Haklısınız efendim. Makamınızda gözü olanların başarısız olmanızı istemesi de cabası.
-          Allah biliyor, Muharrem, benim makamda gözüm yok. Ben zaten kitapların içinde, apayrı bir dünyada yaşıyordum. Benim kendime ait bir dünyam vardı. Ben istemedim ki makamı, mevkii. Tahir Bey beni kendisi davet etti. Gel, bu ülkenin senin hizmetine ihtiyacı var, bu dümenin bir ucundan tut, dedi. Şimdi onu yüz üstü bıraktı demeyecek olsalar, bugün bırakıp kendi dünyama dönerim, çekemeyenlerin laflarına hiç bakmam bile. Ama vaziyet öyle mi? Bugün bırakıp gitsem ülkenin geldiği bu aydınlık noktayı sabahtan akşama karartabilecek kişilerin eline geçer tüm bu yetki. Ne ben kaçar giderim ne de halk buna razı olur. Halkımızın bana hala ihtiyacı var, Muharrem.
-          Doğrudur efendim. Allah sizleri başımızdan eksik etmesin tabii ki. Keşke bu ülke sizi daha evvel keşfetmiş olsaydı. Mesela ihtilalden sonraki hükümetler döneminde. Eminim bir koyup üç alacağımız o dönemde siz olsaydınız her şey daha farklı olurdu. Nasıl ki şu an Amerikan başkanıyla olan samimiyetinize binaen kendisine “Başkan Obama”, diyorsunuz o zaman da böyle bir samimiyet tesis eder ve ülkemize çok daha büyük menfaatler kazandırırdınız. Yanılıyor muyum acaba?
-          Doğrusu Muharrem, biraz da dediğin gibi bu işler. Kişisel samimiyet çok önemli. Böyle olunca insanlar birbirlerine daha çok güvenebiliyorlar. Tabii kimi zaman bu samimiyetin de aşamadığı noktalar olmuyor değil. Mesela, şu gemi olayını hatırlarım ara sıra. Hani şu Akdeniz’de dost saldırısına uğrayan gemi vardı ya. O zaman ben Amerika’da Secretary State ile görüşmüştüm de, onca samimiyetimize rağmen beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam, “dostlar arasında olur öyle şeyler, hoşgörülü olmak lazım”, gibisinden bir şeyler söylemişti.
-          Bazen efendim, bu bizim komşu ile olan meselemizde bu Secretary State’in bizi yine yanıltmış olabileceğini düşünüyorum. Tabii kimsenin günahını almak istemem ama içimde bu kadının bizi bu çıkmaz sokağa sürüklediğine dair bir his var.
-          Bunu başka bir zaman değerlendiririz Muharrem… Vakit yaklaştı. Gecikirsem Tahir Bey celallenir… Sen neye gülüyorsun orada öyle?
-          Aşağıdaki parkta, efendim. Birisi bir süs köpeği ile oynuyor. Yedi sekiz metre yürüyüp duruyor ve köpeğe eliyle gel işareti yapıyor. Köpek de anlamış gibi koşup geliyor. Öyle öyle otuz metre kadar gittiler.
-          Bak şimdi bana Rus şeyini hatırlattın.
-          Af buyurun, anlayamadım. Rus neyini efendim?
-          Boşver.
-          Efendim, sizin bu engin hoşgörünüz sayesinde oluşan bu ortam bana bir zamanlar televizyonda yayımlanan bir diziyi hatırlatıyor.
-          Hangi diziyi?
-          Emret Bakanım, isimli bir dizi vardı efendim. Yanlış hatırlıyorsam düzeltin, İngiltere’de bir bakan ile özel kaleminin maceralarını konu alıyordu.
-          Ha ha ha… Bilmem mi! Yes Minister, isimli diziyi diyorsun. İngilizce biliyorum ya, vaktiyle ben onu orijinalinden izlemiştim. Ama oradaki bakan bürokratların elinde oyuncak olmuş budalanın birisiydi.

Notlarının bulunduğu kâğıdı ceketinin iç cebine koydu. Kapıya yönelirken son bir kez Muharrem’e bakıp sordu: Sence ben o bakana mı benziyorum?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder