Gürkan BİÇEN
Gözlük camına hohlayıp elindeki
ince bezle iyice ovuşturduktan sonra gözlüğü ışığa doğru tuttu. Camın üzerinde
kalan lekeler olmalıydı ki, masanın üzerine bıraktığı bezi bir kez daha alarak
camı biraz daha ovaladı. Gözlüğü ve bezi masanın bir kenarına koyarken,
“Muharrem”, dedi, “Gözlük kullanmayacağım ama gözlüklü halimin daha etkileyici
olduğunu söylüyorlar. Sen ne dersin?”
Pencere kenarında duran orta boylu, saçlarına ak düşmüş, hafif göbekli
adam, “Doğrudur efendim”, diye cevapladı.
- Muharrem, getir bakalım şu
enfiyeyi de biraz çekelim. Hele bir zihnimiz açılsın, ihtiyacımız var.
- Derhal efendim… Buyurduğunuz
gibi, bu enfiye zihni açıyor. İnsan daha bir dikkatli oluyor. Hem tütün
kullanmış oluyorsunuz hem de kanuna karşı geldiğinizi kimse anlamıyor.
Özel kalem odasına geçen Muharrem
az sonra bir enfiye kutusu ile geri döndü. Üzerinde işlemeler olan, fildişinden
mamul bu kutuyu Muharrem vazife icabı gittiği bir yurtdışı seyahatinde
Londra’dan hayli yüklü bir fiyata satın almıştı.
-
Efendim, enfiyenizi nerede hazırlayayım? Toplantı
masası uygun mudur?
-
Olur olur, toplantı masasında açıver madem. Çabuk ol
ama. Biliyorsun Tahir Bey makama çağırdı. Kırk beş dakika sonra makamda olmam
lazım.
-
Siz merak etmeyin efendim, beş dakika bile tutmaz
hazırlamam. Şu ipek mendili usulünce açayım evvela.
-
Böyle zamanlarda insanın zihni açık olmalı Muharrem.
Görüyorsun dünyanın halini. Her an uyanık olmalıyız. Yoksa Allah muhafaza! Bir
bakmışsın ne belalar açılmış başımıza. Bu enfiyeyi de hani gerçekten ihtiyaç
duyduğumdan değil, zihnim sürekli açık kalsın diye kullanıyorum, biliyorsun.
-
Doğrudur efendim.
-
Ben öğrenciyken, Muharrem, dersler çok ağırdı.
Sabahlara kadar çalışırdım ve uyumamak için bol bol kahve içerdim. Kahve de
zihni açık tutuyor. Ama şimdi çok içemiyorum kahveyi. Yine de diyebilirim ki,
dünyadaki bunca karışık meseleyi anlamayı, bin türlü sıkıntıyı halletmek için
gerekli yolları bulup kullanmayı kahve içerek uyumadığım o gecelere borçluyum.
-
Çok haklısınız efendim. Sizin bizden başlıca farkınız
bu. Çok çalışıyorsunuz ve dünyanın gidişatını çok iyi takip ediyorsunuz. Sizden
evvel makamınızda bulunanlarda bu özelliklerin hepsi değil çeyreği bile olsaydı
ülkemiz bugün çok daha yükseklerde olurdu. Ama Allah bu muvaffakiyeti size
bahşetmiş. Tabii ki sizin insanüstü gayretiniz sebebiyle.
-
Kendimi övmeyi sevmem Muharrem ama ne yalan söyleyeyim,
kimi zaman bu makamdan gelip geçenlerin niçin tüm bu gerçekleri göremediğini
düşünüyorum lakin bir cevap bulamıyorum. Belki dünyayı benim gibi uzun yıllar boyunca
yakından takip etmediklerindendir. Sen ne dersin buna?
-
Af buyurun efendim fakat siz sorduğunuz için söylemek
zorundayım. Sizden evvel makama gelenlerin çoğu ömürlerini para kazanma peşinde
geçirmiş, kitaptan, ilimden, sanattan anlamayan, bürokratlara fazlasıyla kulak
veren kimselerdi. Elbette içlerinde saygıdeğer kişiler de vardı ancak onların
sayısını ne siz sorun ne de ben söyleyeyim.
-
Hazır mı enfiye?
-
Buyurun efendim.
Toplantı masasının üzerine
yayılan ipek mendilin içinde Mardin tütününden yapılmış enfiye duruyordu.
Burnunu mendile yaklaştırıp derin bir nefes aldı. Muharrem bu derin nefesin
etkisiyle burun deliklerine hücum eden tütün tozuna bakıyordu. İki üç nefeslik
toz ayarlamıştı. Zira her şeyin olduğu gibi enfiyenin de çoğu zarardı.
Masa başından kalkıp kendi
masasına yönelirken, “Hay eline sağlık, Muharrem. Şimdi şu askeriyeden ve
istihbarattan gelen iki dosyayı ver de Tahir Bey ile görüşmeden evvel biraz
bakayım.”, dedi. Muharrem karşı taraftaki dolaptan iki klasör çıkardı. İki
siyah klasör. Çalışma masasına koyarken, “İsterseniz ben çıkabilirim, efendim”,
dedi hafif bir sesle.
-
Yok yok… Sen kal Muharrem. Belki sana da soracağım
şeyler olabilir.
-
Peki efendim.
Evvela istihbarat raporu olarak
sunulan dosyayı incelemeye koyuldu. Bu dosyada yer alan bilgilerin yarısından fazlası
yerel ve uluslararası medyada yayımlanan şeylerin tekrarından ibaretti. Bunlara
ne diye “gizli” kaşesi basarlar anlamam, diye düşündü. Bunca işin arasında
bunları incelemek can sıkıcıydı.
-
Muharrem, bunlara niye bakıyorum biliyor musun?
-
Doğrusu bilemiyorum, efendim. Sakıncası yoksa
öğrenebilir miyim?
-
Komşu ülkenin meselelerine dair raporlar bunlar.
Biliyorsun geçen sene bunlara güvenip komşu ülkenin cumhurbaşkanına üç hafta
kadar ömür biçmiştim ama dediğim gibi olmadı, yanılmışım.
-
Hatırladım efendim. Yanılmıyorsam, bu açıklamanızdan
sonra size keşke süreden bahsetmeseydiniz, öyle daha isabetli olurdu demiştim.
Elbette doğrusunu siz bilirsiniz, ben yalnız burada bürokrasi derecatında şahit
olduğum uygulamaya binaen öyle söylemiştim. Peki, efendim, o zaman o raporlarda
ne yazıyordu ki?
-
Bizim komşu ülkede okuyan öğrencilerin, orayla iş yapan
tacirlerin, orada yardım dağıtan kuruluşların personelinin toplayıp paylaştığı
bilgiler ile diğer istihbarat kaynaklarının sunduğu bilgiler vardı. Hatta o
zaman biraz şaşırmıştım doğrusu. Bizim Türk öğrenciler ne kadar çok şey
biliyormuş orası hakkında, diye. Aslına bakarsan bunların bir kısmını çeşitli
kurumlara çok şey biliyorlar diye aldırdım. Ama tam da umduğum gibi çıkmadılar.
-
Devlet işlerinin karışık olduğunu hep söylersiniz
efendim. Devlet içinde her türden insan olduğunu da. İyi niyetliler, kötü
niyetliler, hırslılar, miskinler, müptelalar… uzar gider bu liste. Belli ki, o
dönemde sizi yanıltmışlar.
-
Evet, var bir karışıklık. Beni kızdıran ne biliyor
musun? Ben bunlara güvenerek bir açıklama yapıyorum, ardından beni yalanlayan
başka açıklamalar geliyor. Bu gerçekten sinir bozucu.
-
Şu askerin açıklamasını mı kast ediyorsunuz efendim.
Hani siz birçok teknik ve askeri bilgi aktarmış ve vaziyet budur, demiştiniz de
aradan üç gün geçtikten sonra asker tüm bunları yalanlamıştı.
-
Allah aşkına Muharrem, unutulacak gibi mi bu? Bakma sen
benim sessiz durduğuma ama kimi zaman içim içimi yiyor. İdealist olmak çok zor
Muharrem çok zor.
-
Haklısınız efendim. Makamınızda gözü olanların
başarısız olmanızı istemesi de cabası.
-
Allah biliyor, Muharrem, benim makamda gözüm yok. Ben
zaten kitapların içinde, apayrı bir dünyada yaşıyordum. Benim kendime ait bir
dünyam vardı. Ben istemedim ki makamı, mevkii. Tahir Bey beni kendisi davet
etti. Gel, bu ülkenin senin hizmetine ihtiyacı var, bu dümenin bir ucundan tut,
dedi. Şimdi onu yüz üstü bıraktı demeyecek olsalar, bugün bırakıp kendi dünyama
dönerim, çekemeyenlerin laflarına hiç bakmam bile. Ama vaziyet öyle mi? Bugün
bırakıp gitsem ülkenin geldiği bu aydınlık noktayı sabahtan akşama
karartabilecek kişilerin eline geçer tüm bu yetki. Ne ben kaçar giderim ne de
halk buna razı olur. Halkımızın bana hala ihtiyacı var, Muharrem.
-
Doğrudur efendim. Allah sizleri başımızdan eksik
etmesin tabii ki. Keşke bu ülke sizi daha evvel keşfetmiş olsaydı. Mesela
ihtilalden sonraki hükümetler döneminde. Eminim bir koyup üç alacağımız o dönemde
siz olsaydınız her şey daha farklı olurdu. Nasıl ki şu an Amerikan başkanıyla
olan samimiyetinize binaen kendisine “Başkan Obama”, diyorsunuz o zaman da
böyle bir samimiyet tesis eder ve ülkemize çok daha büyük menfaatler
kazandırırdınız. Yanılıyor muyum acaba?
-
Doğrusu Muharrem, biraz da dediğin gibi bu işler.
Kişisel samimiyet çok önemli. Böyle olunca insanlar birbirlerine daha çok
güvenebiliyorlar. Tabii kimi zaman bu samimiyetin de aşamadığı noktalar olmuyor
değil. Mesela, şu gemi olayını hatırlarım ara sıra. Hani şu Akdeniz’de dost
saldırısına uğrayan gemi vardı ya. O zaman ben Amerika’da Secretary State ile
görüşmüştüm de, onca samimiyetimize rağmen beni hayal kırıklığına uğratmıştı.
Yanlış hatırlamıyorsam, “dostlar arasında olur öyle şeyler, hoşgörülü olmak
lazım”, gibisinden bir şeyler söylemişti.
-
Bazen efendim, bu bizim komşu ile olan meselemizde bu
Secretary State’in bizi yine yanıltmış olabileceğini düşünüyorum. Tabii
kimsenin günahını almak istemem ama içimde bu kadının bizi bu çıkmaz sokağa sürüklediğine
dair bir his var.
-
Bunu başka bir zaman değerlendiririz Muharrem… Vakit
yaklaştı. Gecikirsem Tahir Bey celallenir… Sen neye gülüyorsun orada öyle?
-
Aşağıdaki parkta, efendim. Birisi bir süs köpeği ile
oynuyor. Yedi sekiz metre yürüyüp duruyor ve köpeğe eliyle gel işareti yapıyor.
Köpek de anlamış gibi koşup geliyor. Öyle öyle otuz metre kadar gittiler.
-
Bak şimdi bana Rus şeyini hatırlattın.
-
Af buyurun, anlayamadım. Rus neyini efendim?
-
Boşver.
-
Efendim, sizin bu engin hoşgörünüz sayesinde oluşan bu
ortam bana bir zamanlar televizyonda yayımlanan bir diziyi hatırlatıyor.
-
Hangi diziyi?
-
Emret Bakanım, isimli bir dizi vardı efendim. Yanlış
hatırlıyorsam düzeltin, İngiltere’de bir bakan ile özel kaleminin maceralarını
konu alıyordu.
-
Ha ha ha… Bilmem mi! Yes Minister, isimli diziyi
diyorsun. İngilizce biliyorum ya, vaktiyle ben onu orijinalinden izlemiştim.
Ama oradaki bakan bürokratların elinde oyuncak olmuş budalanın birisiydi.
Notlarının bulunduğu kâğıdı
ceketinin iç cebine koydu. Kapıya yönelirken son bir kez Muharrem’e bakıp sordu:
Sence ben o bakana mı benziyorum?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder